2010-03-28

eşik çapı

son suz lukta 1 den çok daha fazla mutlu son la karşılaşabilirsin. diğerinin tek sonu olan yola açıldığını öngörürsen. sonsuzluk da bir son a hasret ilerler. tereddütünü algılarsa üzerinden sonsuzluğunu giderir. 1 üzeri sonsuz belirsizdir.

2010-03-23

Man Ray - L'étoile de mer (1928)


Man Ray - L'étoile de mer (1928)

"Women's teeth are such charming objects...
that one ought to see them only in a dream or in the instant of love.
So beautiful! Cybèle?
We are forever lost in the desert of eternal darkness.
How beautiful she is
" After all "
If the flowers were in glass
Beautiful, beautiful like a flower of glass
Beautiful like a flower of flesh
One must beat the dead while they are cold.
The walls of the Santé
And if you find on this earth a woman of sincere love...
Beautiful like a flower of fire
The sun, one foot in the stirrup, nestles a nightingale in a veil of crepe.
You are not dreaming
How beautiful she was
How beautiful she is"

ateşçi

yeterince sana bakmıyorum
sefil kamarandan kafanı çıkardığında
ya da yansıyan ışığın kaynağını merak ettiğinde
ben ara vermiş olursam eğer anlamaya
beyaz kıvılcımla dans etmeye
sen bir selam çak kahvedekilere
ara güvertede unutulmuş bir bavul çarparsa gözüne
ateşçiye haber et
onun yenilmiş hakkında saklı gururum
ve hiçbirzaman yenilmeyeceksem gözünde
eteklerinde sönmeye hazırım direnmeden
yenilmeden

La Jetée (1962)



"Bu,çocukluğundan bir görüntü zihnine çakılı kalmış bir adamın öyküsüdür.
Anlamını ancak yıllar sonra kavrayabileceği bu rahatsız edici olay,
Üçüncü Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce,
Orly'deki Paris Havaalanı'nın ana iskelesinde meydana gelmişti.
Orly, Pazar. Aileler oraya genellikle kalkan uçakları seyretmesi için çocuklarını getirirdi.
Bu özel Pazar günü, hikâyesini anlattığımız çocuk için
donuk bir güneş, iskelenin sonundaki alan,
ve bir kadının yüzü demekti.
Hiçbir şey sıradan anları hafızadan silemiyor.
Sonraları izleri ortaya çıkınca kendilerini hatırlatıyorlar.
Gördüğü o yüz barış zamanına ait ve savaşın silemediği tek görüntüydü.
Peki gerçekten görmüş müydü?
Ya da bu hoş anı gelecek olan çılgınlığa karşı dayanmak için kendi mi uydurmuştu?
Ani bir haykırış, kadının tepkisi,
yere yığılan bir vücut ve iskeledeki kalabalığın çığlıkları korkuyla karışık bulanıklaşıyordu.
Daha sonra, ölen bir adam gördüğünü anladı.
Ve bir süre sonra Paris'in yıkımı gerçekleşmişti.
Bir sürü insan öldü.
Bazıları kendilerinin zafer kazandığına inanıyordu.
Diğerleri esir edildi.
Hayatta kalanlar Chaillot'nun altında yeraltı şehirleri kurdular.
Paris'te yaşam, dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi
yoğun radyoaktiviteden dolayı imkansızlaşmıştı.
Galipler fareler krallığının bekçiliğini yapıyordu.
Esirler üzerinde, yapanların çok ciddiye aldığı anlaşılan
deneyler yapılıyordu.
Başarısız deneylerin sonucu bazıları için ölüm,
bazıları için ise çıldırmak demekti.
Bir gün esirler arasından yeni bir kobay seçmek için gelmişlerdi.
Seçilen kobay öyküsünü anlattığımız kişiydi.
Korkmuştu. Baş deneyci hakkında çok şey duymuştu.
Dr. Frankenstein ya da çılgın bir bilim adamı görmeyi umuyordu.
Onun yerine, sakince insan ırkının lanetlendiğini anlatan
aklı başında birisiyle karşılaştı.
Uzay sınırsızdı.
Tek kurtuluş zamandaydı.
Zamanda bir delik açılabilirse, belki yiyecek
ilaç, enerji kaynağı bulunabilirdi.
Deneylerin amacı buydu: zamanda yolculuk yapacak bir haberci ile
geçmiş ve gelecekten günümüze yardım çağrısı yapmak.
Ama insan aklı bu fikri kavrayamıyordu.
Başka bir zamanda uyanmak yetişkin olarak tekrar doğmak demekti.
Yaşanan şok çok kuvvetli oluyordu.
Değişik zaman dilimlerine sadece cansız ya da bilinçsiz kimseleri gönderdikten sonra,
artık güçlü zihin yapısına sahip kimselere yoğunlaşmışlardı.
Başka bir zamanı zihinlerinde canlandırabilirlerse ya da düşleyebilirlerse
belki o zamanda yaşamak da mümkün olabilirdi.
Kamp polisi rüyaları bile gözetliyordu.
Bu adam binlerce kişi arasından, geçmişten bir görüntü zihnine
takılı kaldığı için seçilmişti.
Başlangıçta hiç bir şey bugünün parmaklıklarından kurtulamıyordu.
Tekrar denediler.
Adam ne ölüyor ne de deliriyordu.
Ama acı çekiyordu.
Devam ettiler.
Onuncu günde görüntüler belirmeye başladı, tıpkı itiraflar gibi.
Huzur dolu bir sabah.
Huzur dolu bir yatak odası, gerçek bir yatak odası.
Gerçek çocuklar.
Gerçek kuşlar.
Gerçek kediler.
Gerçek mezarlar.
On altıncı gün Orly'deki iskeledeydi.
Kimseler yok.
Bazen mutlu bir günü anımsıyordu, biraz farklı olsa da.
Mutlu bir yüz, biraz farklı olsa da.
Yıkıntılar.
Aradığı olabilecek bir kadın.
İskelede yanından geçiyor onun.
Bir otomobilden ona bakıp gülümsüyor.
Diğer görüntüler belli belirsiz, karışık,
müzede,
belki anılarının müzesinde.
Otuzuncu gün, buluşma gerçekleşiyor.
Şimdi artık onu tanıdığından emin.
Aslında, bu bolluğuyla ilk anda onu sersemleten tarihsiz dünyada,
tek emin olduğu şey bu.
Etrafında sadece muhteşem şeyler var: cam, plastik, kumaş.
Trans halinden çıktığında, kadın gitmişti.
Deneyciler kontrolleri sıklaştırdı.
Onu tekrar aynı izi takip etmek üzere gönderdiler.
Zaman yine geriye doğru aktı, o an geri geldi.
Bu sefer ona daha yakındı, onunla konuştu.
Onu gördüğüne şaşırmamıştı kadın.
Bir geçmişleri yok gibilerdi, bir planları yoktu.
Zaman kendini hissettirmeden içine alıyordu onları.
Yaşadıkları anın keyfi ve duvarlardaki işaretler
tek farkında oldukları şeylerdi.
Daha sonra, bir bahçedeydiler.
Bahçeleri hatırlıyordu.
Taktığı kolyeyi sordu kadın,
henüz başlamamış savaşın başında taktığı savaş kolyesini.
Bir şeyler uydurdu.
Yürüdüler.
Gövdesi tarihlerle dolu bir sekoya ağacına baktılar.
Anlamadığı bir İngilizce isim söyledi kadın.
Rüyada gibi, ağacın ötesinde bir yere işaret etti, ve
“Geldiğim yer burası..." derken buldu kendini.
Bitkin bir şekilde geri çekildi.
Sonra başka bir zaman dalgasına maruz kaldı.
Yeni bir enjeksiyon yapılmıştı belki de.
Şimdi, güneş altında uyuyordu kadın.
Biliyordu ki, az önce ona tekrar gönderilmek üzere gönderildiği dünyada
kadın ölmüştü.
Uyandı.
Tekrar konuşmaya başladı adam.
İnanılmayacak kadar olağandışı olan gerçekler hakkında,
ulaşılmaz bir ülke, uzun bir yol demekle yetindi.
Kadın dinledi.
Gülmedi.
Aynı gün müydü? Bilmiyordu.
Geçmişi, geleceği düşünmeden, birbirlerine duydukları saf güven içinde
sonsuza kadar beraber yürüyebilirlerdi.
Derken önlerinde bir engel hissetmeye başladı.
Birinci deneyin sonu gelmişti.
Değişik zamanlarda onu ziyaret edeceği
bir dizi deneyin başlangıç noktasıydı bu.
İçten bir şekilde karşılıyordu onu. Bazen onu beraber gittikleri yerde buluyordu.
Kadın onu hayaletim diye çağırıyordu.
Bir gün korkmuş gözüküyordu.
Bir gün ona yaslandı.
Ona kendi mi gitmişti,
ya da sürüklenmiş miydi,
yoksa olanları kendi mi uyduruyordu,
ya da rüya mı görüyordu hiç bilmiyordu.
Ellinci gün civarında, zamanda donmuş hayvanlarla dolu bir müzede buluştular.
Şimdi hedef kusursuzca değiştirilmişti.
Tam zamanında gönderilmişti. Orada kalabilir ve kolayca hareket edebilirdi.
Kadın da sakin gözüküyordu.
Kadın onu normal bir olaymış gibi kabul ediyordu, geliyor, gidiyor
konuşuyor, beraber gülüyor, susuyor,
dinliyor, sonra kayboluyordu.
Deney odasına döndüğünde, değişik bir şeyler olduğunu fark etmişti.
Kamp lideri oradaydı.
Etrafındaki konuşulanlardan,
geçmişe yapılan başarılı deneylerden sonra
onu geleceğe göndermeye hazırlandıklarını anladı.
O kadar heyecanlanmıştı ki,
müzedeki buluşmanın son olduğunu bir an unutuverdi.
Gelecek geçmişe göre daha sıkı korunuyordu.
Acı veren bir kaç denemeden sonra,
gelecek dünyadan bazı dalgalar yakalayabilmişti.
Tamamen yeni bir gezegendi,
Paris yeniden inşa edilmiş, on binlerce akıl almaz bulvarlarla dolmuştu.
Oradakiler onu bekliyorlardı.
Kısa bir karşılaşma oldu.
Açıkça, başka bir zamanın artıklarını kabul etmediler.
Dersini tekrar etti: insanlık kurtulduysa,
kendi geçmişinin kurtuluşuna sırt çeviremezdi.
Bu çarpık mantık kader olarak görüldü.
Ona tüm sanayiyi tekrar çalıştıracak kadar kuvvetli
bir güç ünitesi verdiler.
Ve geleceğin kapıları tekrar kapandı.
Dönüşünden kısa bir süre sonra,
kampın başka bir yerine transfer edildi.
Onu rahat bırakmayacaklarını biliyordu.
Onların elinde bir oyuncaktı artık,
çocukluk anısı onu şartlandırmak için bir yem olmuştu.
Umdukları sonuca ulaşmışlardı. O üzerine düşeni yapmıştı.
Artık içinde bir yerlerde olan ve iki kere yaşanmış zaman dilimiyle ilgili
anılarının yok olmasını beklemeye başlamıştı.
Derken bilinmeyen derinliklerden gelen ve
geleceğin insanlarından bir mesaj aldı.
Onlar da zamanda yolculuk yapmışlardı ama çok daha zahmetsizce.
Şimdi oradaydılar ve onu aralarına almaya hazırdılar.
Fakat onun isteği farklıydı: bu sakin gelecektense
çocukluğunun dünyasına dönmek istiyordu.
Belki de onu bekleyen bu kadının dünyasına.
Bir kez daha Orly'deki ana iskeledeydi.
Savaş öncesi sıcak bir Pazar öğleden sonrasıydı,
Kendi çocukluğunun da burada uçakları izlemek için
bulunabilme ihtimali
kafasını karıştırmıştı.
Fakat çok geçmeden iskelenin sonunda,
kadının yüzünü aramaya koyuldu.
Ona doğru koştu.
Onu yeraltı kampından beri izleyen adamı fark ettiğinde,
zamandan kaçmanın mümkün olmadığını anladı,
ve çocukken tanık olduğu, onu bir an olsun rahat bırakmayan bu anın onun ölüm anı olduğunu anladı."

2010-03-22

Copy Shop (2001)

an'ı kana-yan

yanlış yanmaktan gelir. an'ın ötesinde ve öncesinde en sevdiğin en büyük "düşman" haline gelebilir. yüreklilik en öldürücüdür. kendi yarattığın düşmanı kendi yüreğinle kendi k(an)ına bular ve yok edersin. şimdi anın ötesine mi gerisine mi geçmek istersin ?

Elektrik telleri porte, kuşlar nota olursa

Birds on the Wires from Jarbas Agnelli on Vimeo.

Günlerin Köpüğü


Günün gel-giti yüzümde nefes alıp verirken köpükler dalgaların eteğinde dans ediyor ve konuşuyorlardı benimle. Söyledikleri denize doğru varolma eğilimimde anlam kazandı. Yıllardır anlamaya çalıştığım kalabalık ve yapışkan sözcük öbeklerini tane tane dizdiler karşıma denizi boyarcasına. En çok da mor akıttılar fersahlar boyu, en çok da mor yakıştı güneşte silinen sırların örtüsüne. "Neden gittin?" diye sormuştun kendi kıvrımsız alfabenle vurgusuz, dümdüz. Elini tutmaktan vazgeçtiğim gün şimdi durduğum yere baktığım ve burayı dinlediğim gündü.

2010-03-21

Güç bende artık !!!

Deniz canavarından kaçtım. Kulaçlarımın birbirine dolanmasına neden olan şey korkudan ziyade ona, ait olduğu yerin dışından bakma isteğiydi. Yosun kaplı kayanın olması gereken yerde balkonu sahil olan bir ev...Oldukça kalabalık… Kalabalık umurumda değil, tek istediğim onu görmek. “Korkmana gerek yok sana zarar vermek isteseydi çoktan… Amacına ulaşmak için sana ihtiyacı var. Üzgünüm seni saklayamayız.”
Sonunda pek de misafirperver olmayan kalabalığın sahte ilgisinden kurtulup arkamı döndüm. Kafasını sudan çıkardığında gözleri tam da gözlerime kitlendi. “Gitmelisin!”
Kıpırdayamazdım ki. Sanki tüm sorular gözlerimde, tüm yanıtlar gözlerindeydi. Bir an “kötü”nün arkamda bir oraya bir buraya koşuşturan aciz kalabalık mı yoksa bu hareketliliğin nedeni olan suyu yaran devasa gövdesi ve kalın derisiyle kayadan bir heykeli anımsatan canavar mı olduğuna karar veremedim.
“Gitmelisin!”
Gözleri gitti önce, kuyruğuyla çıkardığı serinlik gözlerimdeki yanmayı biraz da olsa hafifletti. Arkasına dönüp baktı bütün soruları aldı, yanıtları bıraktı. Çünkü o “güç”tü ama kırmadı.
Panjurun gürültüsüyle perde aralandı.
“Hadi Denize!”

Ve sancı geç saatlerde...

Bir gün bir kitapla ilişkiye girdim
Düşünemez oldum
Sonra bir baş dönmesi
uyandım kafamda bi yumru
Ve sancı...
sayfalar dolusu sancı
Havada asılı kalan tonlarca sözcük
Ağladılar
Korktum, kendi kıvrımlarından korktum
Korktukça büyüdüler
Büyüdükçe büyüdüler
Sarıp sarmaladılar
Beni bir cami avlusuna bıraktılar